Fırtınaya benzeyen bir rüzgarla uyandığımda pencereye koştum. Beklediğimiz beyaz misafir nihayet gelmişti. Gecenin karanlığında saatlerce onun seyrettim. Beklenen, hasret kalınan  bir sevdalı gibiydi. Nerede kalmıştı. Bir küresel ısınma korkusumu, bir susuzluk endişesimi, yada hakikaten bir özlemmiydi? Şimdi her şey birbirine karıştı. Sevdamı, menfaatmi? 

Dostluklar vardı öyle derinki ölesiye.  Arkadaşlık, Komşuluk, Akrabalık, Hemşericilik v.s. hepsinde bir gizli sadakat ve sevgi vardı. Ne olduda bu derece ben merkezci olduk. Kendimizden başkasına güvenemez olduk. Bulunduğumuz her ortamda yalnızlıktan şikayet ettik ama yalnızlaştık. Kendi kendini yiyen ahtapotlar gibi. “Selamı yayın” denirken, selamsızlaştık velhasıl. Kendi gölgemizden korkar olduk. Telafisi olmayan bir musibet gibi. Küçük dünyaların dar koridorlarında sıkıştık kaldık. Büyükşehirler boğuyor bizi diyerek, çıkış yolları  bulmaya çalışıyoruz. Hoyratça harcadığımız zamanı, zaman planlaması  dersleri ile telafi etmeye gayret ediyoruz. 

Mevsim halsizliğini mi yaşıyoruz; Yoksa halsizliğimize bahanelermi bulmaya çalışıyoruz. İşsizliğimizi, kilolarımızla karıştırıp sauna kültürümüzümü öne çıkarıyoruz? Acaba çok mu iyi besleniyoruz. Yoksa başkaları gibi obez olma yolunamı girdik dersiniz. Öyle ya kişi başı milli gelirimiz oldukça iyi seviyelerde. Her ne kadar koç, sabancı kadar olmasak bile bizde fena değiliz besbelli. Hani bir hikaye vardır. “Biraz da biz ölsek” gibi. Ah canım Türkiye’m.

Doğudan Batıya taşıdık seni. Ne güzel. Tüketimi de aslanlar gibi öğrendin. Hepimizde maşallah 2-3’er telefon var. TV ‘ler plazmaya dönüştü. Ee, genç nüfus, o kadar caka olsun. Üretmeden tüketen, her şeyi hazıra alışan, alıştıran bir nesil, bir millet. Boş arazilere teşvik veren, o teşviki de haramdan helalden ayırt edemeden alan bir duyarsızlar halinemi geldik. Borç yiyen kesesinden. Ne zaman özentiden, desinlerden kurtulupta toprağımızla,  işimizle barışacağız. 

Tarlalarımızı, bağlarımızı terk edip geldik. Büyük şehirlerin gizemli kucağına kendimizi bırakıverdik. Dumandan gözgünü görmeyen kahvehanelerde, en büyük sermayemiz olan zamanı hoyratça harcadık. Birilerimi  bizim adımıza üretecek!.

Bıraktık Anadolu’nun  o güzelim ovalarını Bitki, toprağını, toprak bitkisini özler oldu. Koyun seslerine hasret kalan ovalar şimdi mahsun. Mezralar, komlar, sessiz ve yalnız. Evler çocuk seslerine hasret. Yaşlıların kısık kısık öksürmeleri ile sarsılan çamur duvarlar!  öylece teselli bulmakta. Toprak damlar akmakta, asırlık koca ağaçlar bel vermekte. Ha çöktü çökecek, kireçsiz, badanasız evler. Ev demeye bin şahit haneler terk edilmiş. İnsan sesine hasret köyler, kasabalar. Hakkı olmadan bir çoğunu belde, belediye bile yapmıştık. Vay sizi gidiler, oturun oturduğunuz  yerde bunada şükredin. Yarın muhtar bile bulamayabilirsiniz!.. Öylemi?

Daldım kar tanelerinin ritmik seyrine, o ne güzel salınım.O  ne güzel misafir. Hasret kalmışınız besbelli. Her kar tanesi,  beni benden aldı götürdü uzaklara. Beyaz örtü,  hüznüm ve yalnızlığımın üzerini örter gibiydi. Soğuktan değil, vefasızlıktan, sadakatsizlikten üşümekteydim. Bu örtü bizi yeniden diriltecek, kendimize getirecek besbelli. Doğrusu bu değilmi?

    Nizamettin KUTLU